ŞİİRLERİN BÜYÜSÜNDE YAŞAM VE MEMLEKET SEVDASI
Yaşamanın diğer
adıdır yazmak derim hep… Belki de bu yüzden uzun
soluklu yazıları özler oldu kalemim. Hayat, iniş ve çıkışlarla dolu uzun bir
yoldur ya bazen takılı kalırsın işte, bayır aşağı hiç bitmeyen ve süssüz bir
yola. Ağaçları özlersin önce… Arabalara rastlamak istersin sonra… Güneş batsın
köpek sesleri gelsin korkayım bile istersin. Güneş hep tepende, yolun sonu hiç
görünmez ve dümdüz ovalar hiç değişmez ise yolda uyuya kalma ihtimalin de
günden güne fazlalaşır. Yaşamın beslemediği hiçbir şey güzel değil ne kelimeler
ne de hayat… İnsanların hikâyeleri olmadan varlığını sürdürmek kendine dönmek
demektir ki kendinle baş başa geçirdiğin anların hepsi fotosentez yapmakla
eştir. İçinde ki karbondioksitle mücadele edersin ve gökyüzüne onu oksijen
olarak verirsin. Oysa karbondioksitten de biraz almalıdır insan. Uzun lafın
kısası aldanmalı, yanılmalı, düşünmeli, sevmeli, sıkılmalı, kalabalık
yalnızlıklarda hikâyeler yaratmalıdır. Yaşamalıdır yani. Çok sevdiğim şairin
çok sevdiğim dizeleri gibi yaşamalıdır; “Yaşadıklarımdan
öğrendiğim bir şey var:/Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi/Sevgilin
bitkin kalmalı öpülmekten/ Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği…”
Bu
ülke de her insan bir hikâye, her yerde bir sır saklı. Son zamanlarımı
insanlara bakarak geçiriyorum… Sahilde 22 yaşındaki kızını trafik kazasında
kaybedip yalnız kalan bir amca var. Zamanının tümünü gençlerle içerek
geçiriyor. Beni ne zaman görse gözleri doluyor. Vazgeçmiş gibi her şeyden.
Hayat insanlara bazen acı sürprizlerle de gelebiliyor. Geçmişlerinden kaçan insanlar
var etrafta… Vazgeçilmiş hayatlar… Karbondioksitin dışarıya hiç atılamadığı,
fotosentezi bile olmayan hayatlar… Kendi
hayatıma bakıyorum böyle zamanlarda, bir gün pişman olursam bir şeylerden
kaçabilir miyim diyorum… Bu sefer de Kavafis
düşüyor aklıma o güzel dizeleriyle; “…Yeni
bir ülke bulamazsın./Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı
sokaklarda/dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın;/aynı evlerde kır düşecek
saçlarına./Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma-/Bineceğin
gemi yok, çıkacağın yol yok./Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu
köşecikte,/Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”
Dün İstanbul’dan konuşuyorduk bir masa etrafında
birkaç kişi… İstanbul başka bir şehir, başka bir ülke… Taksiciye “sigara içebilir
miyim” diye sorduğunda “istersen esrar iç abla” diye cevap alabileceğin tek
şehir burası Türkiye’de… Tehlikeli, yanıltıcı, içtenliğini kaybetmiş, yılların
yorgunluğunu yüzünde taşıyan bir şehir İstanbul…
Biraz Bizanslı biraz Osmanoğlu… Biraz doğu biraz batı… Bir tarafı güzelliğiyle vazgeçilmez, bir
tarafı kargacık burgacıklığı ile düzeltilemez…
Bedri Rahmi’nin güzeller
güzeli şiiri İstanbul Destanı’nın
son dizeleri ne de güzel anlatır aslında; “…İstanbul
deyince aklıma/Takalar gelir/ Alçakgönüllü kalender/Ya Peleng-i Deryadır adları
ya Şimşir-i Zafer /İstanbul deyince aklıma/ Koca Sinan gelir/ On parmağı on ulu
çınar gibi/Her yandan yükselir/Sonra gecekondular gelir ardı sıra/İsli paslı
yetim/Ey benim dev memesinde cüceler emziren/ acayip memleketim”
Ülkemin
ne hikâyeleri biter, ne acıları, ne de sevgisi… Anadolu baştanbaşa unutulmaz
bir cihan… Terör her gün bir toplu gözyaşı… Her insanımın yüzünde saklı geçmiş
acıları… Gelenekleri görenekleri… Delta
Fm’de yaptığı her programında “Seni
Seviyorum Türkiye” diye seslenen Umut
Öztürk’ ü anımsadım şimdi. Evet, sancılı hayatlarımızın tek gerçeği de bu
işte; “Seni seviyorum Türkiye”.
İçime doldurduğun karmaşanı seviyorum, insanlarını seviyorum, hikâyelerini
seviyorum… Ben senin coğrafyanda
inişleri bol bir savaşın içinde yaşamayı seviyorum Türkiye. Zaman zaman
kaybettirdiğin kendime güvenimin içinde batıp batıp çıkmayı seviyorum. Beni her
gün bir oyunla, bir yalanla, bir sancıyla büyütmeni seviyorum ülkem. Köşe
başında rastladığım gülen yüzlerini seviyorum, insanlarının tüm acılarına
rağmen sıcacık gülümsemelerini seviyorum. Geçmişini, dünyaya mâl olmuş şairlerini, özlemlerini,
geleneklerini… seviyorum. Son yıllarda yeniden alevlenen terörün döktürdüğü
gözyaşlarını düşünüyorum şimdi ve Ozan
Arif’in dizeleri düşüyor kalemime; “…Ne
kırıp ne kırılalım,/
Ne de küsüp
darılalım,/ Ona sıkı sarılalım Bu memleket bizim, bizim./Arif senin sütündür
o,/ Kemiğindir etindir o,/ Bölünmez bir bütündür o,/ Bu memleket bizim, bizim” … Ardından bir şair daha düşer aklıma; Memleketinden hep uzak yaşamak
zorunda kalmış, memleket sevdasını yüreğine mıh gibi kazımış… O Nazım Hikmet. O benim küçük yüreğimin
hiç vazgeçemeyeceği Mavi Gözlü Dev’i… “Memleketim,
memleketim, memleketim,/ne kasketim kaldı senin ora işi/ne yollarını taşımış
ayakkabım, /son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,/Şile bezindendi./Sen
şimdi yalnız saçımın akında, /enfarktında yüreğimin,/ alnımın çizgilerindesin
memleketim,/ memleketim,/memleketim...”
Uzun
lafın kısası; hayat, yaşadığımız coğrafyada bizi alıp götüren, zaman zaman
sessiz uykulara gebe bırakıp fotosentez yaptıran, zorlu bir sınav gibi. Bazen
yazarlara bile yaşamanın diğer adının yazmak olduğunu unutturabiliyor. Ama
hangi zamanda ve nasıl geçerse geçsin hayat vazgeçilmezlerle dolu. Sevgisiz
yaşanmayacak kadar da kısa. İnsanlardan kaçılmayacak kadar da yaşanası. Üstelik
Kavafis’in yüzyıllar önce dediği
gibi “Başka bir ülke de bulunmuyor.
“ Acılarımız ne kadar uzak görünürse görünsün bir aslında, sevinçlerimiz de
öyle. Hayatlarımız hep aynı coğrafyada geçip gidiyor. Yazımı memlekete olan
sevdamın dillendiği dizelerle bitiriyorum;
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
Sevgi hepimizi kuşatsın. Sevgilerimle.
2010 yılından bir köşe yazım
Yorumlar
Yorum Gönder