Kayıtlar

Ocak, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

PARİS

Resim
Paris’te yağmurlu bir gece… Chris de Burg’un o enfes şarkısında ki gibi… Yağmur yağıyor düşlerine… Sen nehri akıyor gecenin içinden, “ben bu kaldırımın taşlarını özlerim” diyor kadın. İnsanların beceremediği şeyler geliyor aklına… Aynı yolda yürümekle başlıyor her şey… Yürüyememekle bitiyor. Paris, kadını içine çekiyor, hiç bırakası yok gibi… Victor Hugo geliyor aklına, sonra çocukluğu… Çirkin mi çirkin Quasimodo çocukluğunun görüntülerinden çıkıp güzeller güzeli Esmeralda’yı arıyor Notre Dame’ın pencerelerinden uzaklara bakarken… “Quasimodo çok çirkin ama iyi biri değil mi anne”?... Edith Piaff’a rastlıyor kadın kirli bir cadde de… Sokak şarkıcılığı yapıyor henüz… Sokak o güzel sesle uğulduyor… “La vi en rose” a dönüşüyor ardından Paris… “Hayat tozpembe bebeğim al beni kollarına”… İşte sonunda kayboldun bu eşsiz düşün peşinde… Öyle şeyler görüyorsun ki anlatamazsın artık hiç kimselere… Çünkü artık biliyorsun ne sen onlardansın, ne de onlar senden… Şimdi daha çok yalnızsın…

DENİZ, DOLUNAY VE KAYALIKLAR

Daha çocuktum… Yıllarca yüreğimde taşıdığım bir manzarayı aşkla tasvir etmiştim. Pek de beğenilmişti… Üzerinden seneler geçip durduğunda bu tasvirdeki yerimi bir türlü netleştiremedim… Oysaki o günlerde hangisi olduğumdan o kadar emindim ki… Kayalıklara durmaksızın vuran o deli dalgalar denizin kayalıklara olan aşkıydı. Yüzyıllardır hep kayalıklara ulaşmak için mücadele veriyordu. Kayalıklarsa hiç yerlerinden kıpırdamıyorlardı. O kadar güçlülerdi ki… Deniz de bu güce âşıktı işte. Üstünden parçalar koparıp kum yaptığı halde hiçbir zaman sarılamıyordu kayalıklara… Oysa kimse bilmezdi kayalıklar sevmeyi çoktan unutmuşlardı. Güçlü olmanın getirisi, dimdik durabilmenin esrarı yalnızlıktan geçiyordu. İşin en baştan çıkarıcı tarafı ise hiç kimsenin dolunayı görmüyor olmasıydı. Dolunay, tanıdığım en görünmez âşıktır. Geceler boyu eğlenceleri, yıldızlarla sohbetleri hiç bitmez. Hem yalnız değildir hem de mutsuz değildir görünürde… Oysaki “kalabalık yalnızlıkların” acısını sadece yaşayanlar b

UNUTULMAK İÇİN Mİ GELMİŞTİN?

Bir zamanlar, bir yerlerde bir şarkı dinlemişti kadın. Yüzünü güldürecek, içine neşe katacak bir şarkı. Birkaç gün dinleyip kaybediverdi şarkıyı. Şimdi her şarkı biraz eksik, özlenen şarkının sözleri gelmiyor aklına bir türlü… Gelse bulacak, satın alacak, indirecek bir şekilde katacak hayatına ama yok, o sözler geçmişin hatırası olup kayboldular işte… Ne zaman söylenenler, melodisini bir türlü hatırlayamadığın güzel bir müziğe dönüşse o zaman belirir o cümle içinde “mutsuz muydum sanki ben kendimle? Neden getirdin ki bana özlenecek bir şeyler?” Her şey birbirine benziyor… Herkes aynı kurala tapıyor… Her şarkı eskiyor… Her şiir bir başka diyara ait… Varolmayan dünyayı hatırlatıyor sebepsiz mutluluklar… Boğazdan yol alıyor gemi Karadeniz’e doğru her gün bakıyorsun bir türlü gidemiyorsun… “Rüzgâr!” diye sesleniyorsun… “Nerdesin Rüzgâr? Uzun zamandır gelmedin, bilmediğim kokulardan getirmedin, muson yağmurları gibi yıkamadın içimi, denizi kudurtup dalgalandırmadın”… Dolunay gülümseyip

KİBİRLİ GÜLÜŞÜN

Ne zaman birisi üzmeye kalksa beni, gülüşün beliriyor gözlerimde… Gülüşün! Hani o kibirli, çocuksu ve fütursuz gülüşün… Ardından da gelişin… Hiç gitmeyecekmiş gibi ve hiç kimseninkine benzemeyen gelişin… Gidişinle sonlanıyor hayalim; hatırlayıveriyorum aniden, sensiz kalmanın ne demek olduğunu... Kalbimi çıkarıyorum yerinden, avuçlarımın içine alıyorum ve bakıyorum ona derinden… Ne çok kanamış senin yokluğunda ve ne çok umut etmiş yeniden fütursuzca yerinden fırlamayı… Senin gitmiş olman bütün resimleri ters çeviriyor ve kalp, tekerrüre gebe kalıyor… Anlıyorum ki bu öykünün başı sensin sevgili ve ben senden geriye dönemiyorum… Bu hikâye Karadeniz’in asi dalgalarına tutkun bir kadının, boğazın sessiz ve sinsi ışıklarına kapılıp gitmeye çalışmasını anlatır… Kadın denize bakar dostane ve unutur denizin baktığı yerinin Karadeniz’e açılan tek yer olduğunu şu koskoca şehirde… Seni ben her hikâyede baştan yazıyorum… Seni ben her gidişte yeniden geri alıyorum… Seni ben her gelenl

KISA BİR YOL

Yürüyorum denize baka baka… Ömrümün parke taşlarını sayıyorum… Yüreğim deniz olmuş, ellerim gökyüzü… Bir yudum rüzgâr dileniyorum… Geride bırakıyorum; yolları, insanları, sevgileri… Yürüdükçe ufuk noktasına varıyorum… Hep gitmek istediğim yer burası, çocuk kaldığım bir yer… Yüzünden uzak, gidişini unutmuş, kaybetmeyi kabullenmiş bir yolculuk bu… Nasıl olsa sonunda unutmak var… Başa almak, çocuk olmak yeniden… Ne çok yıprattık sevdaları, kalpleri ne de çok buruşturup attık… Büyük aşklar ne zaman yalan oldu? Bir masalın içinden gerçeğe ne zaman düştük? Şimdi neden eskisi gibi bırakamıyoruz kendimizi? Alaeddin’in cini ne zaman bu kadar göreceli oldu? Gökyüzünden Dünya’ya bakıp dalga geçmek için uçan halılara neden binmez olduk? Ve ben sevgili… Ben, gözlerimi hangi devde bıraktım? Bir başkası takınca onları inciler saçıldı mı? O yüzden mi görmüyor artık gözler hiçbir şeyi? Unutulmuş bir yaz günü sevdasına çeviriyorum gözlerimi durmaksızın çünkü biliyorum ki yaşanacak hiçbir şey dünden

YABANCI HAYAT

Güneş yüzünü esirgediğinde bu şehirden kalbim düşüyor elime... Üstünde çizikler var. Konuşuyoruz yıldızların altında... O kadar acıyor ki gitmek istiyorum... Hiç tanımadığım bir yere, dilini bilmediğim bir şehre... Örfü adeti başka bir ülkeye... gitmek istiyorum... Başka bir Dünya düşlüyorum; çıkarların insanları esir almadığı sonsuz bir maviliğin içinde asi dalgalar görüyorum düşlerimde... Sahte yüzler geliyor aklıma, yalan bu dünya boğuluyorum... Çocukluğumdan beri neye üzülsem deniz açtı bana ellerini... Yürüyorum "Bana güneşi getir Poseidon" diyorum. Yağmurlar arasından göz kırpıyor güneş bana. Biliyorum deniz hala yanımda... Gülümsüyorum... Beni asla bırakmayacağını biliyorum. Ona rüzgarı soruyorum... Nerde kaldı? Yıkıp geçecek çok yer var aslında Gökyüzü ile Rüzgar aynı yola çıkınca... Yabancıyım aslında... Gördüğüm her şeye, ezberlemeye çalıştığım tüm alfabelere, yalan gülümsemelere, sahte ışıklara, bu sokağın tanıdık sandığım taşlarına... Yabancıyım ben bu hikay