Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İSTANBUL DEYİNCE

Resim
2010 yılı da eski yıllar arasına karışmaya hazırlanıyor. Yeni bir yıl geliyor tekrardan ve bu şehir giyiniyor, süsleniyor. Sokaklarda ışıklar yalancı şarkılar söylüyor. Umut var bugünlerde; her şeyin değişeceği, hayatın yenileneceği, rüyaların gerçek olacağı umuduyla dolup taşıyor insanlar. İstanbul’da belli bir gelir düzeyinde olanlar unutuyorlar şehrin çirkin taraflarını, yoksulluğunu, karmaşasını, yıkıntılarını ve İstanbul yeniden bir masala dönüşüyor. Benim için ayrı bir özelliği var bu ayların. Ben sadece yeni yılı kutlamıyorum. Yeni bir yaşın heyecanını ve bir yaş daha büyümenin neşesini dolduruyorum içime. Geçen sene yılbaşından bir gün önce yani doğum günümde Şanzelize’de yürüyordum. Ertesi Gün de Lahey’deydim. O caddelerde insanların kutlamalarını izlerken anladım ki gerçekten de bir masalmış İstanbul! Hiçbir dilde söylenemeyecek kadar güzel, tutkulu ve hayat doluymuş. Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun dediği gibi başlıyor her şey; “İstanbul deyince aklıma martı gelir Yarısı

HİÇ YAŞANMAMIŞ

Resim
Bir garip kimsesizliğim var benim. Hep bir yarısı eksik gibi dolduramadığım bir yüreğim var. Islak sokaklarda gölgesine rastladığım tanımadığım bir adamın sesi bölüyor uykularımı. Hovarda gecelerin kirli iç seslerinin ağırlığı dolduruyor içimi. Ne yana baksam hep eksik bu hal. Karmaşalar içinde huzuru arayan bir silüet gibiyim. İzleyen gözler varmış da nazarlarında kayboluyormuşçasına bir hayat bu. Gün geçer özlemler biter. Gün geçer arzular dizginlenir. Ama hep takip eder seni o martı; kanadında özgürlüğü taşır, yüreğini çalar gider. Uçmak istersin de uçurmaz seni bu kollar. Gitmek istersin de gidilecek yerin adı yok. Ne aradığını bilmiyorsun. Seni çağıranın ismini heceleyemiyorsun. Çağırıyor biliyorsun en derininden hissediyorsun ama elini nereye uzatsan bilemiyorsun. Gözleri tanıdık. Elleri uzanıyor. Sesi geliyor. Ama görünmüyor. Onu aramıyorsun; arasan bulamazsın biliyorsun. Sadece biliyorsun eksik bırakıyor seni yokluğu, bırakacak da. Seni kimse anlamıyor sana hep öyle geliyo

SAHNEDE BEKLEMEK

Biraz da beklemektir hayat. Güneşin doğuşunu, kozadan kelebeğin çıkışını, baharın ardından yazın gelişini, sevdiğinin güzel bir cümlesini, onsuzluktan ona varışı beklemektir. Beklemekle geçer ömür. Yaşam devam ettikçe arzular bizi kovalamaya devam eder. İstedikçe bekleriz. Bekledikçe de isteriz. Hayat böylesine basit görünür uzaktan bakınca… Oysaki her beklenti bir öyküyle sevişir geceler boyu. İşte her şey de bu öykülerde saklıdır aslında. Bir kelebeğin kozayı delip çıkışındaki azim bizde de var mıdır? Uzak nedir? Ne kadar daha uzaktır düşümüz bize? Daha ne kadar beklenecektir hiç gelmeyen sevgili? Ne kadar daha peşinden koşulabilir bir düşün? Beklediğimiz iş, düşlediğimiz adam ya da kadın, hep istediğimiz araba, yıllardır beklediğimiz terfi ne kadar daha uzaktır bize? Ya da yakınlar kime göre yakındır? Hayat bu tip beklentilerin ve mesafelerin ardına gizlenen tek kişilik bir oyundur aslında. Herkesin yatağına uzandığında yapayalnız izlediği tek kişilik bir oyunun filmidir hayat

KALP SOYUNURSA

Resim
Aşka yalınayak koşma mevsiminde rastladım yüzüne. Mevsimlere giyinmiş kalplerimiz vardı; hüzünlü, heyecanlı, donuk ve aceleciydiler… Sustuk, giyindiklerimizi unutup soyunmaya kalktık… Başardık da… Aşka yürümeyi başardık. Acı verenleri düşünmedik, sorumlulukları umursamadık… Yürüdük sadece… Biliyorduk sorgusuz olmak gerekirdi böyle apansız anlarda… Çocuk olduk ve sevdik sokaklarda seksek oynamayı… Aşk kıyafetler giyecek şimdi… Kalbim unutmuş çabuk büyünmesi gerektiğini… Çocukça olan her şey birikmiş içimde meğer… Kıskanırmışım, kızarmışım, haykırmak istermişim meğer… Oysaki giyinikti benim kalbim… Acılarla giyinmişti ve vazgeçmişliklerle sarmalanmıştı. Umutsuz ve değiştirilemez bir oyun vaktini gösteriyordu yelkovan çokça zamandır… Seni sevdiğimi kızdığımda anladım… Seni sevdiğimi kıskandığımda anladım… Seni sevdiğimi susmaktan sıkıldığımda anladım… Başkası olsa anlardı gülümserken, anlardı yakan topta ebe olmuş koşarken… Anlardı bir başkası, seni sevdiğini, seni özlerken… Ama ben

HEM KİTAP HEM RESİM SEVER KOLEKSİYONERLERE EKSLİBRİS

Resim
Benim her şeyim kendime özeldir, beni yansıtır diyenlerden misiniz? Öyleyse şimdi tamda sizin ilginizi çekecek bir konudan bahsetmek için Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Bölümü ve İstanbul Ekslibris Derneği Başkanı Prof. Dr. Hasip Pektaş ile bir söyleşi yaptık. Almak başka, saklamak başka… Kimileri kitapları alır, okur ve dağıtır. Kimileriyse benim gibi okumasa bile kitabı kütüphanesinde görmekten hoşlanır. Hep derim ya sanat hayattır, edebiyat da aşktır. İşte şimdi size söyleyeceğim kelime ile sizde edebi aşkınıza sanat ekleyerek hayat verebilirsiniz. Hani bazıları kitaplarını ilk aldıklarında ön sayfasını açarlar ve onun kendilerine aitliğini belirtmek adına üzerine aldıkları tarihi ve isimlerini yazarak onu imzalarlar ya tam da böyle bir şey EKSLİBRİS. Kitabın içine sanatsal bir dokunuş katarak onu kişiye özel hale getiren çok özel bir sanat dalı. 1450’li yıllarda Avrupa’da doğmuş. Zamanın devlet adamlarından, din adamlarına tüm sayılı kişilere el yazması b

RUHANİ AŞK

Resim
"Gerçekten de, asla hatırlayamayacağınız kadar uzun bir süre önce, günün birinde evrenin bir köşesinde buluşmaya dair verilmiş bir söz vardır" Brian L Weiss - Eş Ruhların Dansı Onu gördüğümde dünya durmuştu. Gözleri gözlerime değdi ve bildiğim her şey anlamını yitirdi. Hiç tanımadığım birine, hiç olmadık bir yerde, görür görmez âşık olmuştum. Öyle bir aşktı ki bu bir daha asla gelmedi. Bir daha asla ellerimi gökyüzüne değdirmeyi beceremedim. Yıllar yılları kovalarken içime giren bu virüs gibi şeyi bir türlü atamıyordum. Hangi hikâyeden çıkarsam çıkayım onu görür görmez aynı enteresan ürperme duygusuyla tabir-i caizse ruhumu kaybediyordum. Peki ya neydi bu? Tamam, genelde kullanılan ismi aşktı ama bunda hastalıklı bir yan vardı… Hiç tükenmeyen, her seferinde kendini yenileyen, hiç görmeden de hatırlanabilen, sanki çok öncelerden beri varmış gibi hissettiren bu enteresan duyguyu çok fazla düşündüm. Onu tanımlayamaz hale geldim. Hissettiğim şeyin bir örneğini daha görmemiştim

SANA DAİR

Kısacık bir zamandı oysa, ama sandım ki aylar, yıllar geçmişti… Hiç bitmeyen günlerdi, sanki hiçbir engel yokmuş gibi… Özlemekti adı, nefes alamıyormuş gibi… Unutulmuş gülümsemelerden örülü, çocukluğumuzun maceraları gibi heyecanlı… Her gün yeniden ve yeniden baştan başlayacakmış gibi… Sanki dünya durmuş, bütün sorunlar bitmiş, böyle gidebilirmiş gibi… Sen gibi ve ben gibi… Hesapsız ve çıkarsız… Biraz da sorgusuz… Ey sevgili! Sen benim özlediğim çocukluğum gibisin… Sen içimde susan o deliliği konuşturan bir cambaz gibisin… Hoyratlığına imrendiğim, duygusallığıyla gözyaşlarına büründüğümsün… Hep varmış gibisin… Hiç gitmeyecek gibi sarıldığımsın… Şimdi eksik biraz şarkılar… Yarım kaldı kadehler… Şimdi yastığın biri boş… Farkında mısın yağmur da yağmıyor bu aralar… Geceler bitmek bilmiyor… Hayaller yarım… Sessizliği şarkılar, şiirler bozuyor… Hiç hesapsız, hiç korkusuz, biraz delice bir şeydi bu… Saklamadan, utanmadan, arsızca bir çığlıktı bu… Çocuktuk, aniden büyüdük, sihirli değn

SANAT HAYATSA EDEBİYAT DA AŞKTIR

Resim
Şimdi elinizde tuttuğunuz sayfaya bir daha bakın. Her şey sanallaşmışken ne güzel değil mi bu sayfanın kokusunu duymak, dokusunu hissetmek. Çok büyük bir şey yapıyorsunuz. Çünkü sayfalara dokunuyorsunuz, gerçekten var olduğuna emin olduğunuz bir yazarı okuyorsunuz. Size Bosphorus Sanat Gazetesi’nde ki ilk yazımda böyle “merhaba” demek istedim. Her şey sanallaşmışken yüreğinize dokunmak istedim. Özlemlerinize, sevgilerinize, beklentilerinize… Ulaşabildiğim ve bir zamanlar var olduğunu kesinlikle bildiğim bir şeylere dokunmak istedim bu gazetenin sayfalarından. Bir zamanlar büyük masalar etrafında toplanırdı dostlar, uzun soluklu sohbetlere meze olurdu yemekler. Özlemler buluşmalarla giderilirdi. Gazeteyi eline almadan başlamayan günün bir anlamı olurdu. Gazeteyi almaya gitmek demek sabah güneşini görmek demekti… Bir komşuya selam vermek demekti… Gözünü açar açmaz tuşlara değmezdi eller… İnsanların daha çok vakti vardı gülümsemeye, yürümeye, sevmeye… Kısacası yaşamaya daha çok zamanımı

"Hal"ler

Sessizliğe dayandı gözler ve kulaklar… Yedi günler bekledi kayboluşundan doğmanı. Sessizliklerle seviştirdiği düşlerinde beklemez olur eller artık ellerini. Ey sevgili! Ben her gelen gemiye sensin diye el sallar oldum… Ayaklarımı suya değdirir değdirmez yüzünün görünmezliğinden kaçar oldum. Kaçar adım çok sevdiğim dalgalardan kumsallara… Geriye doğru adımlar, kumların hiç sevmediğim kızgın tenine doğru… Gürültümü çalan sessizliklerim var benim bilir misin? İçimdeki orkestranın uykudan uyandırmak istercesine gürültüyle dağıtmaya çalıştığı sessizliklerim var benim. “Sen”sizlikleri hiç sevmeyen kalbimin “sessizlik”lerine baş kaldırışıdır içimdeki… En kötüsü de “o” olmadığını bildiğim “sen” lere ağlamaklı olma halidir... “O” olmadığını bilemeyen “sen” lerin susarak ruhlarını yüceltme çabasına seyirci kalmak zorunda olma durumudur. “Haller”… Ruh halleri, kalp halleri, kaburga kemiklerinin ve iki bacak arasının içine sıkıştırmayı becerdiğimiz hayatımızın halleri… Haller “sen” in ablat

DENİZDEN UZAK DÜNYALARIN SİSİNE

Resim
Hayata dair büyük heyecan duyduğum zamanlardan yazıyorum bu yazıyı sana… Tutkuların düşlerde gerçeğe döndüğü zamanlardan… Bir denizin ruhundan mavi bir düşün anısına yazıyorum… Bu yazıyı ruhuma yolluyorum… Seni özlemişim sislerle çevrili adam… Yıllar önce kalabalık yalnızlıklardan kaçtığım yerdi senin düşün… Ruhuma ruhunla sarılmış bir masaldı. Hiçbir kalemin yazamayacağı kadar yakın, hiçbir ağızdan çıkamayacak kadar sihirli… Buralardaymışsın, gelmişsin… Beni görmüşsün… “Çok uzak gitme” dediğim günden bugüne tam 7 sene geçmiş… Gerçek olmuşsun… Sakladığım yazıları açmışım bir gece vakti ansızın… Ne kadar da çok unutmuşum seni… Ne kadar da çok eskimişiz biz… Her şeyimi biliyorsun… Kızdığımı, üzüldüğümü, gülümsediğimi ben söylemeden biliyorsun… Onlarca sene olan her şeyi hiç konuşmadan izlemişsin… Bu kadar yakınken bu kadar uzak nasıl olunur? Nasıl böyle olmuşuz? Gözümün önünde bir deniz… Yanımda sen… Hayatı düşünüyorum… Ne kadar da enteresan, büyülü, gizemli… Ben düşünürken sen sö

GİTMEK ARZUSU

Resim
Bazen şaşırırsın yolunu… Son gücünle gitmek isterken burada kalırsın, buralılaşırsın… Bazen olmak istemediğin bir yerde unutulmak istenen bir zamanda onun gidişini kanatırsın… O gitmiştir… Önemsemediğini haykırmışsındır bütün dünyaya… Söylemezsin kimselere onun giderken senden neler götürdüğünü… Baktığın her yerde onun yüzünü gördüğünü söylemezsin kimselere… Yaralı ruhun saldırıya geçer hovarda akşamlarda… Uzaklaşmaya çalıştıkça yakınlaşırsın aslında ona… Hangi merhemi sürsen kapanmaz bu yara… Durmadan kanar… Seni sessizleştirene kadar acıtmaya devam eder… Senden cümlelerini alacaktır ileriki bir tarihte… Senden düşlerini çalacaktır gelecek günlerde… Gitmek gerek bu şehirden… Kaybolmak gerek… Özgürleşmek gerek… İsyanım sana değil hayata! Bir türlü akışını değiştiremediğim denize! Adını akrostişle yazamadığım sevgiliye! İsyanım ne yapsan bu bataklıkta bir adım ileriye gidememeye! Doğru söyledin Kavafis! “Bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet” ama mümkün müdür peşinden getirm

SESİNLE UYUDUM

Sesini duydum… Sonra sesinle uyudum… Sustuk beraber… Yabancı değildim buna hep susmuştuk zaten… Sadece bakmıştık birbirimize yıllardır tanışıyormuş gibi… Bakmıştık bir ömre yeter gibi… Dün gece yine sana döndüm sevgili… Yanlış yola sapmışım yine seninle buldum çıkışı sevgili… Sana “elveda” dediğimi sanmıştım oysa yine yapamamışım sevgili… Gidememişim kibirli gülüşünden uzaklara… Gidememişim sesinden daha yakın bir melodiye… Gidememişim senden daha büyülü bir hayale… Şimdi nerdesin? Ne yapıyorsun? Bilmiyorum… Tek bildiğim hiçbir suretin sana benzemediği… Cesaret sandıkları şeyin senin sahip olduğunun yarısı bile olmadığı… Sana veda edememiştim sevgili! Sana son sözümü hiç söyleyememiştim… Sen de söylemedin ya ondan belki bu kadar suskun kaldım bunca yıldır… Şimdi söyleyeceğim seni ne kadar çok sevdiğimi… Seni o kadar çok sevdim ki ben sevgili, her gittiğim yerden sen diye döndüm… Sana varırım sandım yanıldım… Hep aynı sokağa çıktı yollarım… Hep aynı anıda uyandı… Sana “gitt

KELEBEK

Resim
"Beni ne kadar sevebilirsin" diye soruyorsun sevgili! Saklıyorum senden sevmelerimi… "Topraklar yağmurları ne kadar çok severse o kadar sevebilirim" demiyorum sana… "Kardelenin güneşi sevdiği kadar" demiyorum… Çünkü merak ediyorum sen beni ne kadar çok sevebilirsin diye? Yağmursuz kalmış toprakların çatlamış yüzeyleri gibi depremler oluyor yüreğimde… Martılara soruyorum kanatlarından yollarlar mı bana diye? Hareketsiz kaldım ya yüzyıl uyumak istiyorum masaldaki prenses gibi… Belki uyandırırsın diye beklemek geliyor içimden… Odama bir kelebek giriyor… İsmini beraber “sen” koyuyoruz… Merak ediyorum onun kadar kısa ömürlü müsün? Yoksa onun gibi ömrünün tüm kalan saatlerini benimle beraber geçirmek için mi geldin? Kelebekle yapayalnızız odada güneş sızmaya başlıyor pencerelerden ve gözlerim dalıyor uzaklara… Bildiğim bütün şiirleri düşünüyorum, düşlediğim bütün kokuları… Hangisine benzersin? Hiç birine koyamıyorum seni… Bazen hep bildiğim ve daima sevdiği

AŞK HAYAT DOĞA İNSANLIK VE DÜŞLERE DAİR

Resim
Kolay yaşıyoruz kolay! Kazanmak kolay, kaybetmek kolay! Oysa kazanmalar da kaybetmeler de zor olsun isterdik. Dünyadaki nadide şeyleriz her birimiz aslında. Benzerimizi bulmak istedik, sıfatlar yükledik ama bakmayı hiç beceremedik o çiçeklere, koklayamadık ömür boyu unutmamacasına. O unutulmaz çiçeklerin az rastlanır kokularını en güzel esansa çevirip bedenimizde taşıyamadık. Yani sevmeyi bilemedik ki sevilmeye koşalım… Sevmek görebilmektir çoğu zaman. En sevmediğin kıyafeti ona yakıştırabilmektir. Başkası söylese hoşlanmayacağın şeyleri bile sırf o söyledi diye sevebilmektir. Dönüşüp karışmaktır bir başka ruhla… Bir kitabın satır arasında rastlayabilmektir ona ait bir şeylere. Bazen saklamaktır beraber içtiğin bir sigaranın paketini; sanki başka yerde hiç yokmuş gibi. Cebinde beş kuruşun olmasa bile heyecanla sokaklara düşebilmek ve ne yaptığını önemsememektir… Beraber yenmiş bir simiti dünyanın en güzel yemeği sayabilmektir. Biraz da güvenmektir sevmek. Yüreğinde ona ait bir şeyle

BENİM MASALIM

Resim
Ben hep Kaf Dağları’nın ardını merak ettim sevgili! Ben hep masallarda ki gibi bir hayata eşlik etmek istedim. İyilerin hep kazandığı, kötülerin mutlak kayıplara uğradığı ve mucizelerin gerçek olduğu bir Dünya’da kendi prensimi aradım durdum. O yolda ilerlerken bile bile göz yumdum insanların beni kandırmasına… Elimde bir sihirli değnek var sandım, “değiştirebilirim” dedim… Denizleri isimlendirdim, rüzgarlara seslendim, güneşe küstüm, dolunaya dönüştüm… Çok yol yürüdüm ve sihirli değneğimin çalışmamasına alıştım… Kayalıkların hayata küskünlüğünden, denizin hoyrat hallerinden, gecenin yalan yüzlü yıldızlarından, dolunayın vazgeçmişliğinden o kadar sıkıldım ki esmek istedim… Her yanı yakıp, yıkıp gidip esmeye gücüm olsun istedim… Hepsinin ardından güneşi hatırladım… Yağmurların peşi sıra gökkuşaklarına hükmeden güneşi anımsadım… Yakıp kavuran, her zaman gerçekleri gösteren, ışığıyla gözleri kamaştıran güneşe dokunmaya cesaretim var mıydı benim? Şimdi gözlerimi kapadım güneşe doğru y

BABAMA

Resim
Bugün babamın doğum günü… Yine bir 19 Mayıs, Gençlik Bayramı, Giresun’da Mayıs 7’si Aksu Festivali zamanı. Kiraz mevsimi… Babam benim her şeyim… Hayatımı şekillendiren adam… Ben onu o kadar çok sevdim ki, ben ona o kadar çok benzedim ki ben onla öyle bir karma oldum ki bilmiyorum daha büyük bir sevgi… Daha küçücüktüm askere gitmiştin babacığım… Elimde kılıcımla, silahlarımla gezerdim… Yolda geçen askerleri görünce saygı duruşuna geçerdim… Babamı beklerdim azgın Karadeniz’e bakıp. “Gelsin artık gelsin yoksa ben de asker olacağım” derdim. Sonra geldin… Bana Heman’in kılıcını ve köpeğini getirmiştin… Kılıcı kaybettim, köpeği hala saklıyorum… Sonrası okul yıllarım… Öğütlerin hala kulağımda… “Bir gün bir olay olursa ve haklıysan sakın sessiz kalma! Birisinin sana vurmasına izin verme! Her şeye rağmen başın belaya girerse tamam ben arkandayım”… Hep de öyle oldu… Ruh hastası okul müdürü önümdeki çocuğun çekip saçını kopardığında, öğretmen manasız sıra dayağına çekmeye çalıştığında,

RÜZGÂR’A SESLENİŞ!

Resim
Ey Rüzgâr! Asaletine imrendiğim Rüzgâr! Varlığına inandığımda Dünya’nın bütün sahte siluetlerini küçük gördüğüm Rüzgâr! Sen benim küçük mucizelerimsin. Yeryüzüne düşen ilk yağmur damlasının yanaklarımdan kayıp geçmesi gibi, pembe gül ağacında bir tane mavi gül açması gibi, ufka bakan gözlerimin önünde aniden zamansız bir gökkuşağının belirmesi gibi! Gözlerimi delip geçen bakışlarının ruhumu gördüğüne eminim, ne hissettiğimi ben söylemeden bilensin sen! Mesafeler ayırsa bile gözlerimi kapadığımda konuşabildiğim tek varlıksın sen! Biliyorum duyarsın… Bakışların buz dağları gibi, sadece gülümsediğin insanlar anlıyor yaydığın sıcaklığın bütün karları eriteceğini… Benden başkası bilemez masallara ne kadar da inandığını, benden başkası bilemez içinde sakladığın Peter Pan’i… Bilemez kimseler içinde gizlenen o muhteşem çocuğu! Seni görüyorum Rüzgâr! Yağmurlar yağdığında, denizin dalgaları kudurduğunda, kalabalık yalnızlıkların ortasında, sonuca varmayan sohbetlerin ortasında, beyaza bul

YOL KENARINDAKİ AYAKKABI

Resim
Yol kenarında tek bir ayakkabı… Eski, yırtık, yaralı ve solgun… Baktım ona öylece… Ne gelmişti başına sahibinin? Peki ya özlemez miydi diğer yarısını? Yol kenarında yalnız başına bırakılmış, kim bilir ne badireler atlatmış hüzünlü ve masum bir ayakkabı… Belli ki yol arkadaşını daha yeni kaybetmiş… Bizlerde böyleyiz işte… Adımlar atıyoruz, yollarda yürüyoruz… Kimi zaman yol arkadaşlarımızı kaybediyoruz… Kimi zaman da yapılmış bir diğer yarımız var mıdır diye soruyoruz kendi kendimize… Bizim yolculuklarımızı ancak ölümler bitirebiliyor… Mola yerlerimizi hayat seçiyor… Buna rağmen tüm zorlu yolları, engebeleri, engelleri aşarak yürümeye devam ediyoruz… Yalnızlıklarımız, yorgunluklarımız, yarı yolda bırakılışlarımız bizim yolumuzun değişken süreçleri sadece nasıl olsa bukalemun misali yenileniyor ve renk değiştirmeyi de biliyoruz. Kimselere anlatmıyoruz yürüyüşe ilk başladığımız zamanları… Üstümüzde hayatın yeterince işlemediği o parlak deri varken ne kadar da pahallı olduğumuzdan

ÖLÜ RUHLAR

Önce kelimelerle başlardı her şey... Başka bir diyardan geldikleri belli, tılsımlı kelimelerle... Burada duran bedene inat giderdi ruhlarımız gitmek istedikleri yerlere... Deniz, sisi biliyordu... Sis de denizi... Rüzgar, gökyüzünü tanıyordu... Gökyüzü de rüzgarı... Hangi şekle bürünürsek bürünelim aşk da özgürlük de kanat çırpıyordu ufuklara... Kalabalıklar bir başkaydı, yalnızlıklar bir başka... Huzursuzluksa gençlikten ibraretti... Şimdi ben, not defterlerime karalanmış sıradan cümleler içinde boğulur oldum... Şimdi ben, iki kişilik yalnızlıklardan uzak dünyalar yaratamaz oldum... Şimdi ben, gecenin yalancı yıldızlarına alıştım... Eskiden "kalabalık yalnızlıklar" derdik ya hani, şimdi daha başka bir şey bu; meğer kendi içinde bile yalnız kalabiliyormuş insan...Kendinden bile uzaklara gidebiliyormuş... Satır aralarında saklanan asırlık cümlelerle de derteleşebiliyormuş insan meğer... Meğer İçinde ki çocuk ona el sallarken veda etmeyi unutabiliyormuş insan...Hep git

BİR KEVAŞE BİR DE KİTAP

Resim
Ne gelendim ben bu aşkta ne de giden... Uzaktan seyrettim kalbimi... Bir beyaz sayfa gördüm de sayfaya dokunmaya kıyamadım... Saklama telaşı taşıdı yürek, izin vermediler... Söyleme derdine düştü ağız da bu sefer susan dil oldu... Yine başa döndük ey yürek! "vazgeç" der oldu beyin... Bildiğim bütün kitapları karıştırıyorum panzehir arıyorum aşka... Okuduğum bütün şiirleri tekrarlıyorum bana güzel dünyaları anımsatırlar diye... Susuyorum da konuşmaya kalktığımda yitip gidiyor yıldızlar ellerimden... Bir kadın var, kirli sokaklarda yürürken görüyorum... Kadının elinde bir gizli neşter, sanki kesmiş de kalbimi kanlar akıyor... Madem akmış o kan "intikam" diyorum...İntikam elbet bir gün alınır... Ben bir şey yapmasam da Poseidon yabasını vurur... Bir karanlık eğlence odası... Müzikler içime işliyor... Gökyüzünü ya da denizi görsem rahatlayacağım, görmeyince hayal ediyorum bu sefer de ismi "sarhoşluk" oluyor... Deniz dalgalandı... Deniz duruldu..

YÜZÜN VAR İSMİN YOK

Resim
Geleceksen eğer, koynunda sakladığın mavi bir aşkla gel… Geleceksen eğer, kalmasın sözlerden yeminlerden eser… Rüzgârını sırtına tak, her yanı savur da gel! Yıllardır ben, hep aynı yerdeyim, yüzüm denize, gözlerim gökyüzüne çevrili seni bekliyorum. Hep aynı huzurlu sahil, karşımda balıkçı motorları ve onları izleyen martılar… Ağların arasında Boğaz’ın poyrazını, lodosunu içime çekiyorum. Başka dinlerin notalarıyla, başka dillerin sesleriyle çevrili bir şarkı çalıyor ve ben dans ediyorum. En çok da bu müziği seviyorum. Başkalarının içine çekmeyi asla bilemediği bu müzikle yoğruluyor hayatım… Biliyorum sen buna benden bile çok aşinasın… Sen, asla söylenmemiş bir gerçek kadar sırlı beklerken kendi köşende, ben, hiç tanımadan da seni görebilmiş olmanın yükünü taşıyorum koynumda… Sen hiç gittin mi bir balıkçı kasabasına… Bolca rakıyı hiç değdirdin mi dudaklarına dalgaların kucağında ve sayısız dostla beraber? Sen hiç ufuk noktasına bakarken uyuyakaldın mı sevgili? Biliyorum sırtında ki

İSTANBUL

Resim
Burası İstanbul! Cemal Reşit Rey’in bestesinden hatırladığımız üzere bir “Lüküs Hayat” şehri… Burası İstanbul! Bir zamanların Fransız özentisi, Recaizade Mahmud Ekrem’i n değişiyle “Araba sevdalılarının”, Peyami Safa’ya sorarsan “Sözde Kızlar”ın, Denizkızı Eftalya’ya göre musikinin sihirli kenti… Osmanlı’nın başkenti, sefahatin merkezi… Laleler şehri… Lale devrinin rehavetini üstünden atamamış bir koku var burada, bir kısım bohem evler içinde… Her şey bir uzun ney taksimi gibidir bu şehirde… Bir yerlerden uzun bir seda yükselir, bir çığlık kopar, birileri bir yerlerde dalgın düşlere dalar, bir yerlerde gece erken olur ve bu şehir, en çok ışıklara büründüğü vakit güzeldir. Bir müziktir alıp götüren uzaklara, melodisi önemli değil aslında; ister ney de ister klarnet, ister elektronik, ister darbuka bu şehir ışıkları ve müzikleriyle uyanır aslında. Bir tarafta gecekonduları, bir tarafta yalıları, sokak çocukları ve lüks arabalarıyla bir çelişkiler şehri burası… Kimisi iki yakasını

OYUN

Resim
Her şeyi becerebiliriz hayatta… Her şeye sahip olabiliriz… Ama çoğu zaman insan olamayız… Anlamsızca düşeriz kıskançlıklarımızın, egolarımızın, komplekslerimizin kuyularına… Yaşlanırız elbet ama çoğu zaman büyüyemeyiz… Kimimiz de içinde taşır ölene dek çocuksu güzellikleri… Bazen masumca bodoslama gidişleriyle, bazen sevgileriyle, bazen de çocukluktan kalma oyunlarıyla… Aslında sevmem “oyun” kelimesini… Çünkü o, çocukluğumuzda dostken bizimle büyüdükçe düşmanımız olur çoğu zaman… Bir zamanlar güldürürken, yıllar geçtikçe yalanın can dostu olur çıkar bir yerlerden… Oyun kurucunun zekâsına bağlı olarak ya yeniliriz ya da o, kaybettiğini fark etmeden devam eder sanal gerçekliğine… En kötüsü de seneler geçtikçe değişiyor diye o muhteşem oyundan vazgeçmemizdir… Oysaki arka bahçelerde saklı masum oyunlar da vardı bir zamanlar… Oyuncularını perili köşklere kadar götüren, hiç büyütmeyen, kitapların içine bile girmemize izin veren büyülü oyunlar vardı… İşte en çok da bu yüzden bir de Jeux

PARİS

Resim
Paris’te yağmurlu bir gece… Chris de Burg’un o enfes şarkısında ki gibi… Yağmur yağıyor düşlerine… Sen nehri akıyor gecenin içinden, “ben bu kaldırımın taşlarını özlerim” diyor kadın. İnsanların beceremediği şeyler geliyor aklına… Aynı yolda yürümekle başlıyor her şey… Yürüyememekle bitiyor. Paris, kadını içine çekiyor, hiç bırakası yok gibi… Victor Hugo geliyor aklına, sonra çocukluğu… Çirkin mi çirkin Quasimodo çocukluğunun görüntülerinden çıkıp güzeller güzeli Esmeralda’yı arıyor Notre Dame’ın pencerelerinden uzaklara bakarken… “Quasimodo çok çirkin ama iyi biri değil mi anne”?... Edith Piaff’a rastlıyor kadın kirli bir cadde de… Sokak şarkıcılığı yapıyor henüz… Sokak o güzel sesle uğulduyor… “La vi en rose” a dönüşüyor ardından Paris… “Hayat tozpembe bebeğim al beni kollarına”… İşte sonunda kayboldun bu eşsiz düşün peşinde… Öyle şeyler görüyorsun ki anlatamazsın artık hiç kimselere… Çünkü artık biliyorsun ne sen onlardansın, ne de onlar senden… Şimdi daha çok yalnızsın…

DENİZ, DOLUNAY VE KAYALIKLAR

Daha çocuktum… Yıllarca yüreğimde taşıdığım bir manzarayı aşkla tasvir etmiştim. Pek de beğenilmişti… Üzerinden seneler geçip durduğunda bu tasvirdeki yerimi bir türlü netleştiremedim… Oysaki o günlerde hangisi olduğumdan o kadar emindim ki… Kayalıklara durmaksızın vuran o deli dalgalar denizin kayalıklara olan aşkıydı. Yüzyıllardır hep kayalıklara ulaşmak için mücadele veriyordu. Kayalıklarsa hiç yerlerinden kıpırdamıyorlardı. O kadar güçlülerdi ki… Deniz de bu güce âşıktı işte. Üstünden parçalar koparıp kum yaptığı halde hiçbir zaman sarılamıyordu kayalıklara… Oysa kimse bilmezdi kayalıklar sevmeyi çoktan unutmuşlardı. Güçlü olmanın getirisi, dimdik durabilmenin esrarı yalnızlıktan geçiyordu. İşin en baştan çıkarıcı tarafı ise hiç kimsenin dolunayı görmüyor olmasıydı. Dolunay, tanıdığım en görünmez âşıktır. Geceler boyu eğlenceleri, yıldızlarla sohbetleri hiç bitmez. Hem yalnız değildir hem de mutsuz değildir görünürde… Oysaki “kalabalık yalnızlıkların” acısını sadece yaşayanlar b