DURU'NUN VEDASI

        Photo Credit - Deviantart - alexandrelobo 


Asırlardır farklılıkları ve uzlaşmazlıklarına rağmen birbirine kopamaz bağlarla sarmalanmış iki kıtanın arasında doğmuştu. Günün beş vakti dört bir yanını sarardı ezan sesleri ve evinin arka sokağından gelen çan seslerine karışırdı. Bir yandan hüzünlü saz sesleri bölerdi sohbetini, diğer tarafta da akordeon eşliğinde gizli bir sevgiliymişçesine valse davet edilirdi şehr-i İstanbul tarafından. Şehir gibiydi kadınlığı da: ne modern ne de geleneksel. Bir eş dost düğününde göbek atıncaya kadar Avrupalı, Chansonlar eşliğinde Cafe de Paris soslu bonfile yiyene kadar Asya’lı. Eyüp Sultan’da adak adarken Müslüman, Beyoğlu’nda Saint Antoine Klisesi’nde mum yakarken bir başka…

İstanbulluydu aslında. Kökene gitsen Bizans Rumlarıydı büyük büyük dedeleri. İstanbullu olmak başkaydı özünde. Daha bir modern, daha bir Avrupalı ama insan tek başına kendisi olmayı beceremezdi bu dünyada. Bir şekilde karışır karmaşırdı çevresindeki dokuya. İstanbul da artık kendinden kimselerin kalmadığı büyük bir köydü özünde. Şimdi daha fazla uğraşıyordu zıtlıkların içinde bir bütünlük oluşturmaya. Ruhunu bölmeden kadın olabilmek lazımdı. Ne istediğini bilen, kendisi olabilen, ayakta bir erkeğin varlığı olmaksızın durabilen bir kadın…  İşte serüveni böyle başladı Duru’nun.

Duru, ismi gibi duru olabilmek için İstanbul olabilmeliydi. Boğazlarından yabancı gemilerin geçişine izin verebilmeli, dokusunu mahveden binalara rağmen güzel kalabilmeli, toprağından zorla gidenleri unutabilmeli, her köşesini farklı ve karşıt kültürleriyle işgal eden Orta Doğululara bile ekmek verebilmeli, gizli bahçelerinde ağırladığı eski asillerini şehrin geri kalanından gizleyebilmeliydi. Daha da önemlisi Duru, gerçek bir kadın olabilmek için en güzel köşesini sadece hak edenlere saklayabilmeli, aklı kendisine yetmeyenleri zehirleyebilmeli ve cennetini yalnızca maddi gücü yetenlere göstererek asaletini koruyabilmeliydi.

Duru, profesyonel bir müzisyendi. Keman’ından çıkan sesi duyan bir kısım dinleyicileri kendisini Paganini’ye benzetirlerdi. Ne o sesten uzaklaşmak mümkündü ne de o sesin verdiği hazla şehvete sürüklenmemek…  Bazılarıysa Duru’nun müziğinde Keltler’den gelen tehlikeli bir paganizm olduğuna inanırlardı. Aralarından birisi kurban edilecekmişçesine ürperirdi bedenleri ve savaşla bitecekmiş gibiydi son notaları… En ünlü dedektifler, büyük stratejistler ziyaret ederlerdi konserlerini Sherlock Holmes’in izinden giden Pablo de Sarasate hayranları misali… Carmen gibi onbaşı Don Jose tarafından öldürülmüş gibi olurdu çoğu kadın Duru’nun kemanından çıkanları dinlemeyi bitirdiklerinde çünkü her yeni melodide yeniden aşık olurlardı bir başka sevgiliye. Oysa kimse gerçekten bilmezdi Duru’ya bu sanatı icra ettiren o asıl nedeni. İçindeki ismi konulması zor fırtınayı.

O, elindeki kemanla kendi kadınlığının savaşını veriyordu aslında. Kızgınlıklarının, yenilgilerinin, olduramadıklarının ve inadına inandıklarının. Tek bildiği başarmaktı özünde. Bir büyü gibi yayılmıştı müziği dünyanın dört bir yanına. “Hiçbir zaman klasik müzik dinlemem” diyenleri bile sarmıştı bu sevda. Taklit edilemiyordu. Tanımlanamıyordu. Kimisinde aşk oluyordu, kimisindeyse savaş. Kimisinde nefret uyandırıyordu, kimisini bir büyüye kapılmış gibi sarmalıyordu. Kumral saçları kemanını çalarken rüzgarla dalgalanan, gözleri vahşi okyanuslardan ilham almış bir maviyle dalgalara dönüşen, elleri Osteogenesis imperfekta’ya yakalanmış bir hassasiyet taşırmış gibi havada süzülen – ki elinin keman çalarken hiçbir yere değmediğini iddia edenler bile oldu-, yüzündeki ifade feminenden maskülene hızla dönüşen, tanımlanması güç bir kadındı. Zordu okumak onu. Zordu hayal etmek, bir erkeğe ait olabileceğini düşünmek, bir kalıba sokmak zordu.

Bugün 45 yaşında, kadınlığının doruklarında İngiliz Riviera’sında zengin İngilizler için mütevazı, Türkler içinse masalsı denebilecek Viktorya stili bir evde yaşıyor. Sosyal Medya kullanmıyor ve açık adresini çok yakınları hariç hiç kimseyle paylaşmıyor. İstanbul’a oldukça gizli geliyor ve gelişinden basının ancak o gittiğinde haberi oluyor. İstanbul’u çok iyi bilen, kendisi gibi İstanbullu arkadaşlarıyla gözden uzak alanlarda eğlenmeyi tercih ettiği söyleniyor. The Guardian’a verdiği bir röportajda İstanbul’dan şöyle bahsediyor: O benim şehrim, kökenim, vatanım, hasretim ama artık onu yasak bir aşk gibi gizlice ziyaret etmek kalbimin daha fazla acımasına engel oluyor.

Herşey uzunca bir süre, yaşanan politik ve sosyal gelişmelere kayıtsız kalamamasıyla başlamıştı. Gerek sosyal medya mecraları gerekse basın yoluyla karşı koymuştu bu düzene. Sanatçı ruhu kaldırmıyordu bazı durumları. Hassastı ve ruhu yara alıyordu. Dün sevilenlerin bugün yuhalanması, annelerin ve çocukların beraber sokağa çıkıp direnecek bir raddeye gelmeleri, TV kanallarında yapılan kırıcı ve düşündürücü konuşmalar, cahilce yükselen kör bir din algısı yetmezmiş gibi sanki sanata ve sanatçıya düşman olmuştu memleket. Duru da susmadı, susamadı. Demokrasinin verdiği en büyük özgürlüğe güvendi: Fikir Özgürlüğü. Aslında hukuksal bir yara almadı denebilir ama ruhuna saplandı oklar. Fikri onu hafifmeşreplikten, kevaşeliğe uzanan bir hakaret çukuruna düşürdü. Fikri sosyaldi ama kişisel saldırı olarak yankısını buldu. Üstelik tartışmanın bir kültür altyapısı yoktu. Ne söyleyeceğini bilemediğinde kişiliğine, kadınlığına, onuruna hakaret eden bir kitleyle karşı karşıya kalmıştı aniden ve tanımıyordu bu insanları. Hiç aynı odada oturmamış, bir kahveyi beraber yudumlamamış, aynı operadan bilet almamış, aynı okullarda sırasını paylaşmamıştı bu zümreyle. Okudukları kitapları – şayet okuyorlarsa-, izledikleri TV programlarını, dinledikleri müzikleri, konuştukları Türkçe’yi dahi bilmiyor gibiydi Duru.

2017 yılıydı. Cemal Reşit Rey’de verdiği bir konser sırasında içeriye sızmış provokatör bir grup, 1800’lü yıllardaymışçasına, müziğinin şeytanın işi ve kendisinin bir vatan haini olduğunu iddia ederek Duru’yu yuhalamaya başladılar ve işgal ettikleri sahnede şiddete başvurdular. Büyüyen olaylar polis tarafından zorlukla bastırılabildi ve Duru tüm sosyal medyada bağnaz gruplar tarafından yazılı hakaretler ve tehditlere maruz bırakıldı. Devlet bu durumu desteklemedi ama bir takım politik çıkarlar yüzünden karşısında sert bir duruş sergilemekten de uzak durdu. Halkın cehalet seviyesindeki yanlış din anlayışı, politik çevreler tarafından çıkar malzemesi olarak görüldüğünden bu cani grup gelecek emeller için bir kenarda tutuldu. Olan Duru’ya oldu. Tüm dünyada peşini kovalayan talih kuşu ülkesini teğet geçti. 21. Yüzyılın başında medeniyetler şehri İstanbul’da, Orta Çağ Avrupası’nda yakılmış bir cadıya dönüştü aniden. Kırıldı. Küstü. Derler ki o günden beri daha bir hüzünlüdür besteleri.

Gönderdiler Duru’yu yedi tepeli şehrinden,
Duru bir denizdi eskiden,
Kasırgadan çıkmış bir şehrin yıkıntılarına çaldı rengi aniden.
Anglo Saksonlar aldı böylece bir rengi bizden
Beyin göçü durmuyor,
Sanatın yıldızları kayar oldu göklerden
Yine gel Duru,
Bu deniz de temizlenir elbet” diye bir şiir döküldü üstadın kaleminden.



Kökenlerinde hem Bizans’ın hem Osmanlı’nın egosu, bedeninde yalnız ayakta kalabilmenin yarattığı maskülen bir erkek edası, gözlerinde öfkenin ateşi, ağzında kırgınlığın hüzünlü cümleleri ve ruhunda bahsedilen İstanbul’un karmaşası olunca sevdalar da zorlaşır derler. Duru da öylesine yalnız şimdi. Başarısı, parası ve İstanbul’suzluğla yapayalnız. Viktoryan bir villada, İngiliz Rivierası’nda okyanusa doğru bakıp hangi şarkıyı söyler acaba? Yazara söyledi.

Şimdi uzaklardasın,
 Gönül hicranla doldu,
Hiç ayrılamam derken,
Kavuşmak hayal oldu…




Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

TAHRAN’DA İKİ GÜN

SİRİUS

EYLÜL BAKIŞLI KIZ