DENİZLE GÜNEŞ SEVİŞİRSE


           Bazen insanlar önlerinde iki yol görürler. Kimisi buna çifte standart, kimisi çifte kısmet, kimisi ise zorluk der. Bir terazi vardır ve dengesi ayarlanmamıştır. Bu, yolların karşısında duran için hep zorlayıcı bir faktördür. Kimin olduğunu anımsayamadığım bir şarkı vardı eskiden, “ iki yol, iki kent, iki tutku arasında yoruldu rüzgâr, yoruldu, olmadı, son düşü onda kaldı” Hayatım hep böyle geçti işte benim, iki kentte birden yaşadım ve ayrılsam da, içimde hep iki kenti yaşattım. İki adama böldüm kalbimi, neresinden paylaştırdığımı bilemedim. İki tane ideal belirledim, ortalarında bekledim durdusenelerce. Şimdilerde ise, iki sözcüğün anlamı takıldı aklıma; sevmek ve aşk... Çoğu insan aynı sanar bu iki kelimenin yansımasını, oysaki aşk bambaşkadır, sevgi bambaşka. 
    
      Âşıksan hep bir yerlere yetişemeyecekmişsin gibi akar hayat. Durmak, nefes alamamak demektir ve yolun sonuna, göremediğin yerlere doğru koşarsın durmaksızın. Kalbinin atışının farkı yoktur belki de ufak bir kriz anından. Kızaran yüzün ve titreyen ellerindir seni ele veren. Üstelik aşk beklemez. Öyle tanıyıp, konuşup, gözlemleyip gelmez başucuna. O gözlere ilk bakışından itibaren ya âşıksındır, ya değil! Korku dolu bir sahnedir bu başlangıç çünkü öyle bir filmin öyle heyecanlı bir sahnesindesindir ki, üstüne doğru hızla gelen dev dalgadan kurtulup kurtulamayacağını sen dâhil herkes merak eder. Üç ihtimal vardır aslında; deli dalganın içine dalıp cesurca tekrar nefes alabilmek, suların dövmesine izin verip boğulmak ve bir de dalıp çıkmaların tükenmediği bir derinlikte dalgalarla yalnız kalmak. Her üç ihtimal de seni mutlu eder aslında. Yüreğinin boş olmasından elbet güzeldir boğuşmak. Ta ki ciğerlerindeki suların seni boğmaya başladığını hissedene kadar. Deniz sonsuzdur, güçlüdür, yıkıcıdır ve tek kurtarıcın da yine O’dur.
    

     Sevmek ise asil bir güneştir aslında; ne zaman doğacağını bilir ne zaman batacağını da. Ondan korunmanın yolları vardır; istersen 40 faktörlü bir süt seçebilirsin ya da biraz fazla ona bakıp gözlerini bozabilir, lazerle yeniden düzelebilirsin. Altında saatlerce kalıp, bronz tenine hayran da olabilirsin. Zaman zaman yağmurlara olanak da tanıyabilirsin... Sevilen usturupluluğuyla zariftir, hassastır, zamana aittir. Emin adımlarla geldiği gibi emin adımlarla da gider. Onu özlersin kış günlerinde ama unutturacak kaloriferleri de kolayca yakabilirsin. Bir battaniye bile koruyabilir zaman zaman onun yokluğundan seni. Güneştir o, alıştıra alıştıra gelir, alıştıra alıştıra gider.
    

    Peki ya aşk ve sevgi sevişirlerse ne olur? İşte o zaman “tutku” olur. Sevişmedikleri her saniye kalp sana haykırırcasına aynı soruyu sorar: “Aşk mı sevgi mi?” Oysa onlar seviştiğinde, kendini güneş ve denizin kollarına bırakmaktan başka çaren kalmamıştır.
   

    Aslında onların sevişmelerine tanık olanlara değildi bu yazım çünkü güneş denizle ender kavuşur. Bu yazı aynı şarkıdaki gibi iki tutku arasında kalanlaraydı... Sevdiği ve âşık olduğu adama ya da kadına bakıp, kendisine “aşk mı sevgi mi?” diye soranlaraydı.
   

     Eğer bir gün Tanrı önünüze iki seçenek koysaydı; birinin, asırlar öncesinden tanıdık gelen gülüşüyle dört bir yana savurduğu dalgalarını kalbinize gömüp ilerlemeniz; diğerinin dünyanıza kattığı ışığa boyun eğmeniz gerekseydi... Güneş Yanınıza gelip, denizin sizi hiç görmediğini size hatırlatsaydı; siz denizinizi bekler miydiniz? Denizin güneşle sevişme ihtimalinin olduğunu bilerek, boğulmayı ve bir daha hiç nefes almamayı göze alarak bu iki yoldan en gizemli olan tutkuyu seçer miydiniz? Ya ellerinizin buruştuğu gün hala kapınızı çalmamış olursa? Ya onu hatırlatmaya çalıştığınız tek yer; titreyen ellerinizle yazdığınız satır aralarınız olarak kalırsa? Geçmişinize her baktığınızda size kapattığı kapılarını görürseniz... Ölene dek içinize; “o benim yaşattığım sevgili miydi?” sorusunu sormaya devam ederseniz... Onun ismini koyduğunuz çocuğunuza bakıp; “senin sadece annen ya da baban var” diyor olmanın vicdan azabı kalbinizi acıtırsa? Güneşin ışığının kıymetini bilemiyor olmanın acısı sizi her geçen gün daha da yorgunlaştırırsa...
    

    Ne yapmalı şimdi? İlle de denizi tercih edip, olmazsa karşısına onu devirecek bir okyanusu mu koymalı? Yoksa güneşin ışığına bakıp; “belki bir gün denizle sevişir, ben de ona bakmaktan kör olurum” mu demeli? Tek bildiğim; içimde kanayan yara, bir asi denizin dalgalarıdır. Ansızın yüreğimden çıkıp kumlara savurur kendini. Cesurca atlayabilirim dalgalara eğer rüzgâr eserse... Esmediği için, ben bir deniz ortasında güneşe bakanlardanım... Güneşin ışığıyla gözümü kör etmeye çalışırken, Allah’a; “ denizimi geri ver” diye bağıranlardanım... “Ver, ben boğulmaya razıyım!”

    NOT: Yine hiç okumayacağını bile bile... 2007

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TAHRAN’DA İKİ GÜN

SİRİUS

EYLÜL BAKIŞLI KIZ