DENİZ, DOLUNAY VE KAYALIKLAR

Daha çocuktum… Yıllarca yüreğimde taşıdığım bir manzarayı aşkla tasvir etmiştim. Pek de beğenilmişti… Üzerinden seneler geçip durduğunda bu tasvirdeki yerimi bir türlü netleştiremedim… Oysaki o günlerde hangisi olduğumdan o kadar emindim ki…


Kayalıklara durmaksızın vuran o deli dalgalar denizin kayalıklara olan aşkıydı. Yüzyıllardır hep kayalıklara ulaşmak için mücadele veriyordu. Kayalıklarsa hiç yerlerinden kıpırdamıyorlardı. O kadar güçlülerdi ki… Deniz de bu güce âşıktı işte. Üstünden parçalar koparıp kum yaptığı halde hiçbir zaman sarılamıyordu kayalıklara… Oysa kimse bilmezdi kayalıklar sevmeyi çoktan unutmuşlardı. Güçlü olmanın getirisi, dimdik durabilmenin esrarı yalnızlıktan geçiyordu. İşin en baştan çıkarıcı tarafı ise hiç kimsenin dolunayı görmüyor olmasıydı. Dolunay, tanıdığım en görünmez âşıktır. Geceler boyu eğlenceleri, yıldızlarla sohbetleri hiç bitmez. Hem yalnız değildir hem de mutsuz değildir görünürde… Oysaki “kalabalık yalnızlıkların” acısını sadece yaşayanlar bilir. Dolunayın eve nasıl da hep kendiyle baş başa yalnız döndüğünü, yanında ve kolunda olanların ona hiçbir şey ifade etmediğini, dolunay söylemedikçe bilecek çok az kişi vardır. Eğer bir gün sarp bir kayalık bulursanız ve dolunay vaktiyse, rüzgâr da yeteri kadar güçlüyse, bu manzaraya bir de aşkın gözüyle bakmalısınız. Deniz, dünyayı görmezden gelip kayalıklara ulaşmaya çalışmaktadır. Dolunaysa tüm baştan çıkarıcılığını kullanarak yıldızları fetih ettiği bu gecelerden birinde, yarattığı gelgitlerle denize olan aşkını haykırmaktadır sessizce. O hep bakarsa görülür sanmıştır. Bilmez ki “gel” demeyi… Denizse fark etmez bile onu… Tek derdi kayalıklardan gücün sırrını öğrenmektir. Denizi de sakın öyle kolay sanmayın. Gün gelir analık eder içinde taşıdığı tüm canlılara, salındırır tekneleri, gemileri oradan oraya… Gün gelir yutar her şeyi vahşice… Kim bilir neye kızmıştır… Kim bilir ne kadar huzursuzlaşmıştır.

Yıllardır bu hikâyede ki yerimi düşündüm durdum. Hiç dinlenemediğim yıllar geçirdim… Telefonların hiç susmadığı, planların hiç bitmediği, zevk ve sefanın sonsuzmuş gibi göründüğü… Oysa kalabalıklar arasında yalnız olduğunu hissetmek gerginliklerin en büyüğüdür. Bir yalanı yaşarsın bile isteye… Hayat der geçersin işte… Denize gelince neden bu kadar ısrarlıdır düşünde? Kendi gücünü görmezden mi gelir? Yoksa hiç kimseyi gerçekten sevmeyen birinin olmayan kalbini satın almanın mı peşindedir? Gelelim en büyük ilacı, panzehiri, düşü, mazoşistliği aşk olan bir yazarın kayalıklara benzemesi fikrine… İşte bu en acısıdır. Çünkü bundan sonra eksilir dostların sayısı, yiter gider inançlar, düşlere hiç yer kalmaz ve hiç akmayan gözyaşı, içerlerde bir yerde kalbi taştan bir mezarlık büstüne çevirir. Sadık dost rüzgâr da gitmişse şayet uzak bir şehrin şafağına ufuk noktasının ardına boş bakar olur gözleri…

Ben hala bilmiyorum hangisi olduğumu… Belki de hepsi oldum seneler boyunca ama kayalıklara benzememek ister bu yürek… Bu yüzden inanmaya devam edecek aşka… Kirli asırlar çalmış olsa da insanlıktan çocuksu sevgileri, inanmak gerekir çoğu zaman. Çünkü kimsenin sahip olamadığı şeye sahip olmak vardır bu inancın ucunda; “Sonsuz ve ölümsüz bir sevgiye”… O zaman ne fark eder ki dolunay, deniz veya kayalık olmak… Taşların üstünde topraksız açan papatyalar görmedik mi sanki?

17 Aralık 2008 / 03:29

Yorumlar

  1. çağda çok güzel canım benim yaa sen varya harikasın beni herşeyden uzaklaştırıyor bu yazıların başka yerlere götürüyor ,içim rahatlıyor sanki başka bir dünyada yaşıyorum bu yazılarını okurken ,sen başkasın iyiki seni tanımışım canım ...sevgiyle kal :)
    umut

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim Umut'cum... Ne mutlu bana...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

TAHRAN’DA İKİ GÜN

SİRİUS

EYLÜL BAKIŞLI KIZ